Hazır Tallinn’deyken Lenin’in şehri olan St. Petersburg’a gitmemezlik yapmak utanılacak bir hareket olurdu. Biz onlardan değildik.
İki gece üç günlük Rusya gezimizi planladık. Yola koyulmak için otobüs terminaline gittik. Evet, uçak değil. Bu arada unutmadan bir not daha geçelim. Rusya, Estonya’dan bir saat gerideki dilimi kullanmaktadır. Otobüs yolculuğu aşağı yukarı yedi saat sürüyor.
Rusya’ya giderken aklınızda bulunması gerekenlerden biri Rus insanın çoğunluğunun ingilizceyi yeterince bilmemesidir. Zaten otobüs şoförü ve muaviniyle anlaşamamız bu süreci başlatmış oldu, henüz Estonya’dan çıkmadan. Onlar konuşuyor, yan taraftaki Brezilyalı amca ile birbirimize bakıyoruz. Otobüsten indikten sonra metroya doğru yola koyulduk ve bulduk. Bilmeyenler için söylüyorum, Petersburg’taki metro Dünya’nın en derin metrolarından biridir. Yürüyen merdiven ile birkaç dakika boyunca Dünya’nın merkezine doğru iniyoruz, oldukça dik. Bu arada metronun içi sanat galerilerini aratmıyor hatta bir çoğundan daha etkileyici. (Metro içerisinde fotoğraf çekmenin yasak ve yaptırımlarının olduğunu duyduğum için elim canım makine gitmedi.) Bu arada arkadaşımın tavsiyesi üzerine rezervasyon yaptırdığımız hostelimize geldik. Pek şirin. (MIR Hostel, tavsiye ediyoruz.)
Eşyalarımızı bırakıp hemen şehir turuna başladık. Hostelimiz Hermitage Müzesine ve Nevsky Caddesine çok yakın olduğu için kendimizi Neva nehrinin kıyısına attık.
Sonrasında nehrin karşı kıyısına geçtik. İlk olarak St. Petersburg Merkez Camii’sini gördük. Şaka değil, gerçek. Yaklaşık 100 yıldır var olan bir camii imiş.
Oradan küçük bir ada olan Peter and Paul Fortress‘e geçtik. Yeşilliğin bol olduğu çok küçük bir adacık. Yukarıda gördüğünüz o sivri bina o adanın içerisinde.
Eski yapılarda altın rengi kullanımının çok fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu süre içerisinde Kiril alfabesinin getirdiği zorluklarla baş etmek zorundasınız. Sokak isimlerinin altına ingilizceleri yazılmış olmasına rağmen o kadar küçük ki karşı kaldırımdan görmeniz neredeyse imkansız. Ve günün son önemli durağı; Saint Isaac Kathedrali!
İkinci gün ilk durağımız ise Hermitage Müzesi. Leningrad’a kadar gelip bu müzeye uğramamak affedilemez bir hatadır, baştan söyleyeyim de! Dünya’nın en büyük 5 müzesinden biri ve en çok tabloya sahip müze olarak biliniyor. Müzenin içerisine fotoğraf makinemi aldırmadılar, diğer insanlara izin verseler de yine (müze de bile) ingilizcelerinin olmaması böyle bir sonuca yol açtı. Dışarıdan fotoğraflarıyla yetinmek zorundasınız. (Üzgünüz.) 🙁
Müzenin çok büyük ve çok karışık olduğunu söylemeliyim. Her odanın ya da bölümün numarası kapıda yazıyor ve herhangi bir yönlendirme yok bu da sizi kaybolmaya sürüklüyor. Vatikan Müzesi’ndeki gibi bir sistem çok işlerini görür, hem de çok rahat. Genel olarak müze gerçekten ağzınızı açık bırakacak nitelikte, buna emin olabilirsiniz. Gidin, görün.
Buradan çıktıktan sonra Nevsky Caddesi üzerindeki ünlü Kazan Katedrali‘ni görmeye gittik. Dış yapısı ve iç yapısı gerçekten görkemli, tam anlamıyla Ortodoks ritüellerini betimleyecek tarza bir yapısı ve havası var.
Kazan katedralinden sonra sıra; Dökülen Kan ya da Yeniden Diriliş Ortodoks Kilisesi. (Türkçesi biraz garip ingilizcesini vermek en mantıklısı olacak; Chuch of the Savior Blood.)
Son günümüzü ise Dostoevsky’nin evini görmekle geçirdik. Nevsky Caddesini çok yakın, gidip görmenizi tavsiye ederiz.
Son olarak Nevsky Caddesinin bahsi çok geçti, ufak bi’ özet geçeyim. Leningrad’ın en önemli caddesidir. (Aradığınız) Her şeyi burada bulabilirsiniz. Aynı zamanda podyum gibidir, aklınız gider. Şehrin bir kötü tarafı; her tarafta adeta spider-man geçmiş gibi elektrik tellerinden oluşmuş ağlar, ipler var. Bu yüzden görüntü kirliliği hat safhada. Bir de bazı ara sokaklara girmemenizi tavsiye ediyorum. Kötü bir şey olduğundan değil sadece İkinci Dünya Savaşı dün bitmiş gibi hissediyorsunuz.
Gezimiz burada son buldu. Tallinn‘e yedi saatlik dönüş yolculuğu başlamış oldu.